Gerilimin Zirvesinde Türkiye AB İlişkileri

Türkiye ve AB ilişkileri başlangıcından bu yana hep dalgalı bir seyir izlemiştir.  Kimi zaman Türk tarafı bu ilişkide çekingen durmuş ama çoğunlukla Avrupalı muhatapları bir ikilem içinde kalmıştırlar.  Tarihsel rekabetin izlerini bir anda silmek ve karşılıklı bir güven ilişkisi temeline getirmek kolay olmadığı muhakkaktır.  Tarihsel ve kültürel rakip iki kampın temsilcilerinin birlikteliğini savunanlar, bu güne kadar karşılıklı çıkarların varlığını öne sürmüş ve bu çıkarların dünyanın genel çıkarlarına hizmet edeceği öngörüsünden hareket etmişlerdir. Birbirine rakip bu iki kadim geleneğin birlikteliğine karşı çıkanlar gerekçe ve argüman bulmakta hiç zorlanmamışlardır. Bizler ve onlar söylemi kitleler üzerinde albenisi olan bir söylemdir sonuç olarak.

Türkler açısından Avrupa macerası, İkinci dünya savaşı sonrasında kurulan ve geliştirilen müteffikliğin bir uzantısı olarak gelişmiştir.  Bu doğal batıya dönük politikanın sonucu olarak 1963 yılında imzalanan Ankara anlaşması ile Türk-Avrupa ilişkileri başlamıştır.  Avrupalılar açısından ise Türkiye, Osmanlının yıkılışından sonra uzunca bir süre kayda değer bir ilgiye mazhar olamamıştır. Soğuk savaşın ortaya çıkardığı yeni denklem içinde, Amerikalı dostların şiddetli tavsiyesi eşliğinde, belli bir yakınlıkta tutulması gereken bir dost konumunu Türkiye yavaş yavaş almış ve bu çerçevede de Ankara anlaşması imzalanmıştır.  Modern ve medeni dünyanın üyesi olma arzusundaki bu yeni müttefik, zaman içinde Avrupalılar için önemli bir ekonomik ortak olma yolunda da hızla ilerlemiştir. Gelişen ekonomik ilişkiler zaman içinde tarafların   bağlarını ve birbirlerine olan karşılıklı bağımlılıklarını da arttırmıştır. Bugün Türkiye ihracatının yüzde altmışına yakın bir kısmını AB üyesi ülkeler ile yapmaktadır.  Türkiye'de AB üyesi ülkelerin doğrudan yatırımları, ülkenin aldığı doğrudan yatırımın yüzde yetmişini oluşturuyor.  Bu ilişkiler ve karşılıklı çıkaralar, taraflar arasındaki ilişkilerde yasanan yüksek gerilimin bugüne kadar hep düşmesini sağlamıştır.  Son yaşananlarda da benzer bir sonuç bekleyenler çoğunluktadır. 

İnişli çıkışlı ve karşılıklı suçlamaların bol olduğu elli yılı aşkın bu uzun süreç,  Ak Parti iktidarı döneminde üyelik müzakerelerinin başlaması ile en üst noktaya ulaşmışken, gene Ak Parti iktidarında tarihinin en kırılgan ve suçlayıcı evresine girmiş gözüküyor.  Türk-AB ilişkileri yasanan olaylar sonucu her gün yeni bir krize yaşamaktadır.  Tarafların verdikleri karşılıklı demeçler artık diplomatik nezaketin ötesi geçmiş ve kişisel bir hal almış durumdadır.

İlişkilerin Türk tarafı açısından gerilmesinde ki en önemli etken, Avrupalıların ilişkilerin tüm geçmişi boyunca, tutundukları ikircikli tavrın değişmemesine duyulan bıkkınlıktır.  Bu bıkkınlığa, Türk tarafının son 3-4 yıllık dönemde müzakerelerde hiç ilerleme kaydedilmemiş olmasından dolayı yaşadığı hayal kırıklığı da eklenmiş durumdadır.  Ancak, Türk tarafı için esas kırıcı olanın Avrupa'nın PKK ve diğer terör örgütleri karşısında aldığı tavırda yatmaktadır.  Bu sorun, Avrupalıların zannettiği gibi sadece Ak Parti iktidarının sorunsalı olmanın çok ötesine geçmiştir.  Türk Genelkurmayı ve Dış İşleri, Avrupalı muhataplarından terör konusunda güzel temennilerden ve hamasi nutuklardan öte eylem beklemektedir.  PKK başta olmak üzere, Türkiye'de faaliyet gösteren terör gruplarının iktisadi faaliyetlerinin durdurulmaması, yeterli düzeyde istihbarat paylaşılmaması, suçluların iadesi gibi kurumların etkin işletilmemesi vb birçok konu Türk tarafının  rahatsızlıklarının ana eksenini oluşturmaktadır.  Bunlara ek olarak yeni bir kriz alanı da avrupa ve islam dünyası ilişkilerinden kaynaklanmaktadır.  

Türkiye Ak Parti iktidarı ile birlikte İslam blokunun içindeki yerini ve konumunu öne çıkarmış ve güçlendirmiş durumdadır.  Bu yeni pozisyonu sebebiyle Türkiye, Müslümanları ilgilendiren olaylarda daha hassas olmakta ve bunun sonucu olarak da daha proaktif bir tutum takınmaktadır.  Bu değişimin Avrupalıların kafasında oluşturdukları Türkiye imajının bozulmasına yol açtığı açıktır.  Avrupa ülkeleri başta olmak üzere dünyada gelişen ve yaygınlaşan islamafobi, Filistin meselesinde Birliğine ve üye ülkelerin tutumu, Arap Baharı sürecinde yaşananlar ve son olarak İhvan hareketinin Mısırda bir askeri darbe ile devrilmesi gibi olaylar Ak Parti iktidarındaki Türkiye ile Avrupa arasında yeni tartışma ve gerilme alanları yaratmıştır.  Bu gerilim son iki yıl içinde Suriye krizinin sonucu olarak ortaya çıkan mülteci meselesinde Avrupalı muhataplarının tutumu, Türk yetkililerin öfkesini en üst noktaya ulaşmıştır.

Türkiye'nin genel rahatsızlıkları yukarıda özetlenenler olmakla birlikte 2014 yılından bu yana bu nedenlere yeni ve özel bir sebep eklenmiştir.  Türk tarafı açısından ilişkilerin sorunlu alanları yukarıda sayılanlar ile sınırlıyken, Türkiye- AB krizi, 15 Temmuz ile yeni bir çerçeveye ve düzleme oturmuştur.  AB üyesi ülkelerinin ve Birlik organ temsilcilerinin doğrudan Cumhurbaşkanı ve Ak Parti iktidarını hedef aldığı açık hale gelen  darbe girişimine karşı takındıkları tavır Ak Parti'nin "dostum değilsen düşmanımsın" yaklaşımını pekiştirmiştir.  

FETÖ/PDY konusu, Ak Parti'nin 2014 bu yana en üst düzeyde ele aldığı en önemli gündem maddesidir.  Ak Parti yönetimi 17/25 aralık olayından sonra istisnasız her gün bu konuda bir açıklama yapmıştır.  17/25 Ak Partinin varlığına açıkça hedef alınan ve oyunun yazılmamış kurallarının ihlal edildiği, bu nedenle en şiddetli şekilde mukabele edilmesi gereken bir hadise olarak parti liderliği tarafından ele alınmıştır.  Bu yaklaşımda liderlik yalnız kaldığını artık açıkça kabul etmektedir.  Bu konuda Avrupalı muhtaplarını ikna etmekte de zorlandığı açıktır.   15 Temmuzda yaşanan darbe girişimi sonrasında Ak Parti ve liderliğinin bu konudaki kanaatinin geri dönülmez şekilde sabitlendiği açıktır.  Artık bu konuda tereddüt duyanlarda makul derecede şüphe duyulmasını haklı kılacak gerekçeler Ak Partililer için mevcuttur.  Bu nedenle, 15 Temmuz sonrasında AB üyesi ülkelerin tutumları Ak Parti yönetimi açısından hayal kırıklığı yaratmış ve birlik ve üyesi ülkelerin tutumları izahı kabul edilemez bir hal almıştır.  Bu yaklaşım Avrupalılar tarafından kavranmaması durumunda Türkiye-AB ilişkileri telafisi uzun süreler alacak bir mecraya girmesi kaçınılmaz gözükmektedir.

Türk tarafından ilişkilerin gerilim hatları bu şekilde özetledikten sonra, Avrupa cephesinde yaşananlar nedir ona kısaca göz atalım.  Öncelikle, Avrupalıların Türkiye ilişkilerini ele alırken tamamen soğukkanlı olduklarını ve duygusal yaklaşmadıklarını söylemek güçtür.  Birliğin içinde bulunduğu ekonomik daralma ve durgunluk, genişleme perspektifine sekte vurmaktadır.  Birliğin siyasal birlik hedefine ilişkin kararlarını 20 yıl geçmiş olmasına rağmen halen uygulayamaması, Yunanistan ile yaşanan sorunda parasal birliğin yara alması, Brexit ile oluşan geleceğe dair kaygılar vb sebepler birliğin kendi iç çelişkilerinin en şiddetli olduğu bir dönemi yaşadığına delalet etmektedir.  Tüm bunlara ek olarak, aşırı sağın yükselişte olması Birlik siyasetçileri için İslam blokunda yerini daha öne çıkaran bir Türkiye'yi seçmenlerine kabullendirme ve aday statüsünü sürdürme de zorluklar çıkarmaktadır. 

Türk tarafının aday statüsünü aldıktan sonra kendi ev ödevlerini yapmada ve Birliğe karşı olan taahhütlerini ifa etmede başarılı olmadığı objektif bir değerlendirmede açıkça ifade edilmesi gereken bir husustur.  Birlik genişleme hukuku, bir çok genişleme ile deneyimlenerek net ve keskin hatları olan bir mevzuata kavuşmuştur.  Bu mevzuatın zorunlu kıldığı teknik süreci bir kenara koyarak, konunun sadece siyasi karar boyutuna odaklanan Türk tarafı, Avrupalı muhataplarına haksızlık yapmaktadır. Üyelik müzakereleri sürecine ilişkin yaşanan kriz her iki tarafın da ortak sorumluğundan kaynaklandığı açıktır.  Hem Türk hem Avrupalı siyasetçiler müzakere sürecini iç siyaset malzemesi yaparak temel bir hatayı karşılıklı olarak sürdürmektedirler.  Bu müzakere süreci karışılıklı ilişkilerdeki güveni artırması gerekirken ilginç bir şekilde karşılıklı güveni erozyona uğratmıştır.  Türkler "nasıl olsa almayacaklar" derken Avrupalılarda "zaten girmeye niyetleri yok" söylemini aynı anda dile getirebilmektedir.  Bu durum, tarafların bir iletişim sorunu yaşadıklarını net bir şekilde ortaya koymaktadır.

Müzakere sürecinin başlaması ile Türkiye'de yaşanan siyasi gelişmelere AB’nin ilgisi artmıştır.  AB'nin bu yakın ilgisi Türkiye'nin insan hakları alanında geliştirdiği bazı alışkınlıkları açısından, özellikle de güvenlik bürokrasisi için kabullenilmesi güç bir durum yaratmıştır.  Demokrasi ve insan hakları düzleminden bakıldığında, 2002 yılından bu yana iktidarda olan Ak Partinin, 17/25 sonrası gelişen özel süreç bir yana konulduğunda, demokratik hakların geliştirilmesi konusunda ülkenin geçmiş performansından kötü olduğunu söylemek mümkün değildir. 

Türk tarafı, 15 Temmuz ve sonrası süreçte Avrupalı muhataplarına yönelik eleştirilerinde temel bir haklılığa sahip olsa da, Avrupalıların bu tutumunun arkasında gerçekten Ak Parti iktidarının ifade ettiği sebepler mi yatmaktadır?  Gezi olaylarından bu yana, Avrupa ile ilişkileri kof komplo teorileri üzerinden ele alan bir yaklaşımının gün geçtikçe iktidar cenahında yaygınlaştığını görmek kaygı vericidir.  Türkiye’nin Avrupalıların penceresinden görünümü hızla bozulmaktadır.  Bu bozulmayı düzeltme yönünde Türkiye’nin isteksiz oluşu ve “ne yaparsak yapalım bize ön yargılar ile yaklaşılıyor” yaklaşımı doğru görülemez.  Türkiye dış politik misyonlarının ana faaliyetlerini Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı seçilmesi ile birlikte bugün PDY olarak anılan yapılanmaya teslim etmiştir.  Yıllar yılı ülke adına söz söyleyecek; muteber yapı ve kişilerin bir anda terörist ve hain olarak lanse edilmesi ve kabullenilmesi Avrupalılar üzerinde hızlı ve kesin bir karşılık bulmasının beklenmesi yanlıştır.  Bu konuda, Türk tarafı yılmadan, usanmadan ve somut veri ve belgeler ile konuyu muhataplarına ciddi şekilde izah etmelidir. 

Avrupa tarafından bakıldığında, Türkiye’de 17/25 sonrası işletilen hukuki süreçlerin güvenilirliği ciddi şekilde sorgulanmaktadır.  15 Temmuza kadar kendi tabanında ve ülke içindeki muhalefetin büyük bir kısmını dahi iknada zorlanan iktidarın, Avrupalıların bu yaklaşımına daha toleranslı yaklaşması gerekliliği açıktır.  Türkiye kendi imajına ihtimam göstermeden, bu imaj üzerinden yapılan eleştiri ve yergilere sert şekilde tepki vermesi haklı ve makul kabul edilemez. 

Avrupalıların son dönemde yaşananların, Ak Parti liderliğinin bir politik manevrası olarak görmeleri ilişkilerin seyri açısından geri dönülemez sonuçlar doğurabilir. Artık Türkiye ve Avrupa arasında mülteciler üzerinden yürüyen bir al ver politikası mevcut değildir.  Söz konusu politik yaklaşımın Davutoğlu’nun başbakanlığı bırakması ile artık geçerli olmadığı kanısındayım.  Türk tarafı Davutoğlu tarafından kurgulanan bu politika ile masaya sürdüğü mülteci kartının varlığına son gelişmelerden sonra çok güvenmemek durumundadır.  ABD Trump’ın başkan seçilmesi ile Rusya ve ABD, Suriye’de Esatlı bir çözüme razı olmaya hazır gözükmektedirler.  Bu yönde bir gelişme durumunda, 2017 ortasından itibaren Suriye kaynaklık 2 milyon insanı etkileyen mülteci sorununun hızlı bir şekilde gündemden düşmesini öngörmek yanlış olmaz.

Türkiye ile AB gerilimi mülteciler üzerinden gelişmeyecek veya çözümlenmeyecektir.  15 Temmuzdan sonra artık ana kriz maddesi idamdır.  Türkiye, Ak Parti ve onu destekleyen MHP ile idam konusunda ciddi adımlar atmaya hazırdır.  Bu adımın ve kararların Avrupalılar tarafından geri çevrilmesi (AB’nin ABD baskı yaparak Gülenin iadesi konusunda bir adım atmazsa) pek mümkün gözükmemektedir.  Ak Parti yönetiminin 15 Temmuzdan sonra olayları algılayış biçimi ve yaklaşımı çok keskin bir hal almıştır.  Denge siyaseti yürütmenin kendileri için hiçbir fayda getirmediği kanısındadırlar.  Bu nedenle, kendi tabanları ve MHP tabanı tarafından talep edilen idamın çıkartılması kaçınılmaz gözükmektedir.  Avrupalılar Türkiye ile ilişkileri sürdürmek istiyorlarsa Ak Parti’nin 15 Temmuzda yasadığı tramvayı net bir şekilde anlamalı ve buna göre mesajlar ve politikalar oluşturması gerekmektedir.

Hukuki açıdan idam cezasının çıkartılması ile müzakerelerin sürdürülmesinin mümkün olmadığı çok açık bir gerçekliktir.  Türk tarafı; “zaten durmuş müzakereleri sonlanması ne tür bir kayıp yaratır” değerlendirmesini yapmaktadır.  Ancak, mesele sadece AB ile ilişkiler düzleminde değildir.  Türkiye, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine taraf bir ülke olarak sözleşmeden kaynaklanan yükümlülüklere riayet etmekle mükelleftir.  Türkiye 2001 ve 2004 yıllarında 6’inci ve 13’üncü protokolleri imzalayarak ve onaylayarak idam cezasını tam olarak kaldırmıştır. AİHS uyarınca sözleşmede kabul edilen protokollerden geri adım atmak veya vazgeçmek Avrupa Parlamentosu üyeliğinden ve AİHM süreçlerinden çıkarılmak ile sonuçlanacak şekilde kesin ve ciddi yaptırımlara tabi kılınmıştır.   Bu şekilde bir gelişme ise Türkiye’nin içe kapanması ile sonuçlanacağı çok nettir.

Türkiye-AB ilişkileri gerçekten de en çetin ve çetrefilli dönemine girmektedir.  Tarafların birbirlerine karşı duydukları toleransın bu kadar kısıtlı olduğu bir dönem pek yaşanmamış gözükmektedir.  Bu noktada, her iki tarafında kendi asıl meselelerini net ve açık bir şekilde ortaya koymaları krizin aşılmasında önem taşıyabilir.  İletişimsizlik ve kişiselleşen diyalogların gölgesinde Türk-AB ilişkileri kopmanın eşiğine doğru ilerlemektedir.  İlişkilerin sürdürülmesine dönük opsiyonlar ve seçenekler bu kadar kısıtlı bir hal almışken devamı yönünde bir umut beşlemek ne kadar zor olsa da, umut varsa imkan vardır.

Yorumlar